Bilim Nereye Gidiyor? -2- (Mustafa Özcan, 9 Aralık 2012)

Sn. Mustafa Özcan tarafından “Bilim Nereye Gidiyor” ortak başlığı altında yazılmış olan ikinci yazı aşağıda sunulmaktadır.

“Yeni Çağ” Felsefesi Neyi Hedefliyor?

“Bilim insanoğlu için yeterli bir etkinlik midir?” sorusuna çokça hayır dendiğinden bu çelişkili görüngü(*) anlayabilmek için bilimin “stratejik politikası”na, yani “bilimin ideolojisi”ne bakmak ve gelişmeleri tarihsel-bütünsel perspektif içinde diyalektik yaklaşımla araştırmak gerektiği kanısındayım.

Geniş tarihsel bir zaman dilimi içinde taşların yerli yerine oturuyor olmasına rağmen bilimsel gelişmenin yüksek bir hıza eriştiği son yarım yüzyıllık döneme bakıldığında söz konusu paradoksal durumu açıklamak zorlaşmaktadır. Konu biraz deşilince bunun altında bilimin stratejik politikasında, son yarım yüzyıllık dönemde ABD egemenliğinde sürdürülen bir manipülasyonun yatmakta olduğu anlaşılıyor. ABD bu bilim stratejisi ve gelişmeleri kitleler ve yerkürenin yararı yerine, küresel güç politikası ve ona hizmet eden yeni çağ (new age) felsefesi doğrultusunda yönlendirmek istemektedir. Bu kapsamda yeni çağ (new age), felsefesi ABD’nde İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana pratiğe geçmekte olan bir anlayışın, “dirije” edilen yeni bir “dünya görüşü”nün adıdır.

“Yeni Çağ” ile ilgili açık seçik bir bilgilendirme olmamasına karşın kökenlerinin gelişimi için şöyle bir yorum yapılabilir. Bilindiği gibi İsveçli bilimadamı Nöbel ödülü sahibi S.A. Arrhenius (1859-1927) bu yüzyılın başında yeryüzündeki yaşamın dünyanın dışından kaynaklanabileceğini ileri sürerek “yeni aydınlanmacı” bir dünya görüşü ortaya attı. Bu görüşün dünyada popülize olma süreci “dünya dışı akıllı varlıklarmetaforu şeklinde ABD’nde geniş kitleler gözünde meşrulaşmaya kadar vardırıldı. Bu hurafenin daha da ileri götürülerek Birinci Dünya Savaşı öncesinde “Marslılar geliyor”a, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise ufoculuk diye ifade edilen bir akıma dönüştüğünü görüyoruz. Hatta şimdilerde sistematikleşerek “ufoloji”, yani “tanımlanamayan uçan cisim bilimi” adıyla fiktif bilim olarak ortaya çıkarılmasına tanık olmaktayız. Burada yapılmak istenen için zihni toplumsal bir afyon türü yani yeni bir tür ideolojiye bağımlılık yaratmak olduğunu açıklamaya gerek görmüyorum.

Şimdi konuya kısaca tarihsel perspektif içinde bakalım. Dünya, Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı sonrası ortaya çıkan semavi irade ile yönetilen altıyüz yıllık karanlık çağın ardından yerini, oldukça yumuşatılmışı olan skolastik düşünceye bırakılmasının ardından gelen hümanizm ve rönesansı izleyen XVI. yüzyılın ilk yarısında reformasyon hareketi ile yüzleşerek dünyevileşme (sekülerleşme) yönünde evreni kavrayış biçimlerinde radikal bir dönüşüme maruz kaldı. Aydınlanmanın ve bilimin hızla yükselişine sahne aldığı yepyeni bir çağ başladı. Avrupa aydınlanması denilen bu dönem, aynı zamanda teosantrik dünya görüşünden homosantrik görüşe geçişin yaşandığı dönemdir. Bunu izleyen zaman diliminde göksel iradeden kaynaklanan gök, yer ve canlılar ile ilgili bilgileri kapsayan ilahi yaradılış efsanesi yerini büyük ölçüde homosantrik dünya görüşüne bırakmıştır. Bilimsel temelde ise Galile, Darwin ve Wegener’in yarattığı kuramlar düşüncemize egemen olmuştur. Hatta yerselleşme, dünyevileşmenin doğrultusunda, doğa bilimleri düşünme biçiminin beşeri bilimlere de kartezyen mantık, diyalektik, diyamat ve psikoanalitik kuramla devrimsel katkılar yaptığını belirtelim. Böylece aydınlanma, Batı Avrupa ve Amerika’nın dünya görüşündeki yerselleşmeyle muhtemelen insanoğlunun tarihinin derinliklerinden bu yana gelen binlerce yıllık gökselleşme (semavileşme) sürecini bu coğrafyada sona erdirmiştir.

Hal böyle iken, dünyada politik, ekonomik ve sosyal üstünlüğünü kurduğu son yarım yüzyılda ABD, bilimin stratejik politikasının, ideolojisinin yeniden ayarlanmasında “yeni çağ” felsefesinin yönlendirmesini öne çekmiştir. Bu nedenledir ki, ABD’nce “dünya dışı bir entelijansiya”nın varlığı üzerine geliştirilen spekülatif “toplum senaryoları” her daim rağbette tutulmaktadır.

Bir bakıma semavileşmeye doğru dönüş denilebilecek bu sürecin aşamalarını irdeleyerek bunun ABD açısından neden böyle istendiğini bulabiliriz. ABD 1930’larda dünya liderliğini elde etmesinin ardından ilkin askeri üstünlüğünü sağlamak için bilimsel-teknolojik araştırmaları, yani bilimin ağırlık merkezini, “Hitler atom bombası yapıyor!” gibi bir bahane ile ‘40’lardan itibaren nükleer gücün savaş amaçlı olarak kullanımına yoğunlaştırdı.

‘60’lardan itibaren ise Sovyet’lerin ‘50’lerin sonunda ve ‘60’ların başında uzayda gerçekleştirdiği ani atağı bastırabilmek için yarışmayı uzay bilimsel çalışmalara yönlendirdi. Aya seyahat programı ile hem yüksek maliyet hem de M. Born’un deyişiyle sportif bir özellik kazanan bilimsel ve teknolojik gelişmeleri, amiral gemisi nükleer silahlanma ve uzay araştırmaları olacak şekilde manipüle etti. ‘80’lerde, bunun ardına kattığı uzayda silahlanmaya yönelik stratejik savunma girişimi (SDI) programı ile de yarışmanın öteki görünür partneri Sovyetler Birliği’nin bertarafı için uygun zemini hazırladı. Böylece dünya, kendini “hakimi mutlak” sanan bir ABD’nin doğuşuna tanıklık etti. Sonraki deneme bu gidişin nereye varacağı ile ilgili olacaktır.

(*) Paradoksal fenomen

Mustafa Özcan (9 Aralık 2012)

Bir cevap yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.