Bilgi Teorisi ve Mantık – Prof. Ernst von Aster (Yavuz Özler)

Prof. Ernst von Aster’in 1972’de dilimize Macit Gökberk tarafından çevrilen Bilgi Teorisi ve Mantık isimli kitabından özettir.

TÜMEVARIMIN BİLGİDEKİ ROLÜ VE ÖNEMİ  TÜMEVARIM VE TÜMDENGELİM

Deneylerle elde edilen olgular, tüm bilgiler kendi kanunları altında, ön bildirimler ile toplanırlar. Kanunlar, olguları önceden bildirmek olanağını kazandırırlar. Önermelerin öncüllerden çıkarılması mantık kurallarına göre özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncünün olamazlığı önermelerine göre olur. Sistemin önermelerini  tümden gelim yoluyla, yeni baştan çıkarsama kurallarının yardımıyla bulamayız. Her tümden gelimsel çıkarsama bizi daha az genel – özel ve tekil olan önermelere götürür, tüme varım ise tekil olandan genel olana, gözlemlenen belirli bir türün bütün halleri için genel kanunlara gider.

Tümden gelim yoluyla, insanlar ölümlü oldukları için şu adamın da ölümlü olduğunu çıkarırım, Tüme varım yoluyla, geçmişte bildiğim bütün insanlar öldüğü için şimdiki ve gelecekteki insanların da öleceğini çıkarırım. Önermenin  doğruluğunu görebilmek için, eşitlik olgusuna bakmak  gerekir. 

Eşit nesnelerin değişebilecekleri aksiyomu, bir olguya dayanır. Bu aksiyom, tümden gelim veya tüme varım yolu ile edilmiş değildir. Tüme varımda belirli tek halin algılanması ile genel bir sonuç çıkar. Bundan dolayı, bu gibi bir tüme varım için gerçek anlamıyla algı da, deney de gereklidir, hayal gücü ile iki nesneyi karşılaştırabilir, kendilerine eşit kaldıkça  aralarındaki, eşitlik, benzerlik, başkalık bağıntılarını koruyabileceklerini saptarım. Benzerlik veya başkalık  bağıntısının bulunduğunu söyleyen her  önerme de aslında böyle bir öz (mahiyet) kanunudur. Benzerlik bakımından kırmızı ile mavinin arasında olmak, morun özünde bulunur ve hayal gücümde kırmızıdan çok yeşile benzeyen hiç bir mor rengi tasavvur edemem. Bütün bu gibi öz (mahiyet) kanunları eşitlik, benzerlik, başkalık gibi küçük bağıntıların yardımıyla nesneleri betimleyen ve önermelerdir. Betimleyen yargılarda  iki nesneye  iyice bakmadan bunları eşit sayarsam yanlışlık, doğru bir karşılaştırmanın koşullarını yerine getirmemiş, yet er derecede denememiş, yeteri kadar karşılaştırmamış olmamdan ileri gelmiştir aynı nesnelerin birbirleriyle bir defasında , eşit, başka bir defasında, birbirinden ayrı olmaları imkansızdır kabul ettiğimiz, bir real nesneler dünyası için geçerlidir. Bu önermeler ancak tümevarımsal önermeler ya da  tümevarıma  dayanarak  konulmuş  olanlardan çıkarılmış önermeler olabilirler, biz her objeyi herhangi bir mekan ve zaman çevresinde tasavvur edebiliriz. Tüme varımın her günkü hayatımızda olduğu gibi her bilimde de büyük ve çok gerekli bir rolü olduğu açıktır.  

Fizikçi belirli zamanlar ve başka yerlerde maddenin belirli bir parçası üzerinde deneyini yapar, sonucu aynı maddenin başka parçaları ile yapar, aynı sonucu alarak tümevarımsal bir çıkarsamaya ulaşır.

Bir biyolog bir hayvanın gelişmesini gözlemleyip, tarihçi bütün cinsler için geçerliliği olan kavram ve önermeleri pek az sayıda oluşturup tümevarım yöntemini kullanır ve tarih olaylarının ertesi gün de tekrar önüne  geleceği  kanısını edinir. Bu sözler ile bir miktar bilimsel bilgi alanından çıktık, bilim öncesi bilginin alanına girdik. Bu bilgi de bir tümevarımın sonucudur ve hepimizin çocukluğumuzdan
beri  bildiğimiz çok genel bir tümevarımın sonucudur. Her bilim, bir cinsten bir yığın deneye dayanan ve geniş ölçüde bilim öncesi deneye başvuran  genel  tüme varımlardan  meydana gelir. Her bilim işçisinin, kendilerinden çıkarsamalar yapıp sonra bunları kendi  tüme varımlarıyla tamamladığı ve özelleştirdiği genel önermeleri vardır. Tümevarımlarının bu arada deneyde doğru çıkması, bilim adamının kalkış noktası olan genel tümevarımların da doğrulanması demektir. Bilim öncesi deneyden yararlanan genel kanunlar arasında, bilimde de, bilgi teorisinde de büyük rolü olan bir kanun vardır, doğadaki ve tarihteki her olayın koşullara, nedenlere bağlı olduğunu ileri süren her bilimde ve bilim öncesi  deneyde herhangi bir şekilde bir rolü olan genel nedensellik kanunu. Aristoteles tam ve eksik tümevarım arasında bir ayırma yapmıştır. Tam tümevarım olması için, belirli cinsin bütün nesnelerini birer  birer  gerçekten incelemek ve sonucu görünüşte genel  bir önermede toplamak gerekir. Ama bu bilinen, verilmiş olan geçmişten henüz bilinmeyen geleceği çıkaran eksik tümevarım, bir bilimsel metod olarak önem taşıyan gerçek tümevarım olup, somut önermenin görünüşte genel olan bir önermede sözde formüllenmesidir. Gerçek bir genel önerme az sayıdaki halleri değil, sayısız çokluktaki tekil halleri kapsar. Mantık bakımından, bu eksik tümevarımın, yani gözlemlenen az sayıdaki hallerden bütün hallere, gelecekteki de yapılan çıkarsamanın bir problem olduğu açıktır. Bu problem daha Eskiçağ’da Antik felsefenin şüpheci çığırlarında, sonra da Ortaçağ felsefesinde Gazali,   Yeniçağ Felsefesinde de özellikle Hume ve Kant tarafından ortaya atılmıştır.

TÜME VARIM  VE  NEDENSELLİK  KANUNU  NEDENSELLİK  KANUNUN  NELİK (MAHİYET) VE KÖKENİ,

Sözü geçen problemi nedensellik kanununun  yardımıyla çözmek denemesi yapılmıştır. Kant da, ondan önce Descartes da çözüm denemelerinde nedensellik kanunundan işe başlarlar. Buradaki ana düşünce şöyle formüllendirilebilir olmaktır. Evrenin, realitenin genel  kanunlarla  yönetildiğini ya da evrende hiç bir şeyin belirli koşullara, nedenlere bağlı olmadan cereyan etmediğini tam bir kesinlik ve apaçıklıkla biliyoruz, bu durumda olayın nedenini,  görünmesinin kanununu sormaya ve bu nedeni deneyde aramaya açıkça hak kazanırız. Nedensellik kanununun doğru olduğunu nereden biliyoruz? 
18. yüzyılda  Christian Wolff  nedensellik kanunun geçer’liliğini kabul etmemekle çelişkiye düşüreceğini  kanıtlamaya çalışmıştır. Wolff, bir nesne nedensiz meydana geliyorsa, nesne hiçten meydana geliyor, o halde hiç onun nedenidir demektir bu.  Ama, hiç bir şeyi yaratamaz ve bir neden değildir. İkincisi, bu sözde kanıtlamada neden kavramına, yaratan bir neden anlamı yükleniyor; oysa doğa bilimlerinin kullandığı neden kavramı, hiç bir zaman nedenin yaratıcı olduğunu kabul etmez.

Üçüncü olarak, her bir tümevarımın, bütün olayların genellikle koşulları ve nedenleri olduğunu değil de, her olayın kanunlu koşul ya da nedenleri varsayması gerekir. Ancak bu, her bir olayın genel bir kanuna bağlı olduğu, evreni genellikle kanunların yönettiği, aynı koşullar altında hep aynı şeyin meydana geldiği, önermesinin, salt mantıksal olarak kanıtlanamayacağı bellidir. 

İçinde zorunluluğun değil de rastlantının hüküm sürdüğü bir evren kavramı mantıkça bir çelişkiyi kapsamaz. Kanunu olmayan böyle bir dünyada etkinlikte bulunup bulunamayacağımız genellikle yaşayıp yaşayamayacağımız sorunu, ayrı bir sorundur. Bir de nedensellik kanununu, evrende her şeyin kanunlara göre olup bittiği kanununu, yadsınması çelişkiye düşüren, kanıtlanabilir bir önerme olarak değil, deneye dayanmayan, ama her türlü deneyden bağımsız olarak anlığımızın doğru diye, zorunlukla doğru diye tanıdığı bir önerme olarak koymak denemesi yapılmıştır. Nedensellik kanunu anlığımızın doğuştan, dolayısıyla şüphe edilemez apaçık olan bir bilgisi diye gösterilmek istenmiştir.

Doğuştan bilgi olduğu düşüncesini Platon, insan doğmadan önce de var olduğu tasavvuruna, insanın önceki bir hayatında elde ettiği bilgilerdir, Stoa felsefesinde, bütün insanlarda ortak olan, ya da  toplumlann doğru saydığı bilgilerle birleştirilir, Yeniçağ felsefesinin başlarında Descartes bu düşünceyi ele alarak nedensellik kanununu, yeniden bir bilgi derecesine yükseltir. Sonra da Locke İnsan Anlığı adlı eserinde, doğuştan bilgi  kavramını sıkı bir eleştiriden geçirir. Ona göre, yeni doğmuş çocuğun da doğuştan bilgileri, dünyaya birlikte getirmiş olması gerekir. Oysa bu çocukta böyle hazır genel bilgiler bulunmadığı meydandadır ve genel fikir,  bilgilerden hiç bir şey bilmeden, bilinci bir yığın duyu izlenimleriyle doludur. Locke’un bu eleştirisi Leibniz ile Kant‘ı doğuştan bilgi kavramı yerine a priori kavramıdır. Çocuğun henüz bilmediği, yavaş yavaş bilincine varacağı, insanın arılığında baştan beri bulunan bilgilerdir. Bunlar, deneyden gelmeyen, anlığın kendisinden türeyen, ama insanın  ancak sonraları bildiği, sonraları formüllediği bilgilerdir. Bilince çıkmadan, açıkça dille formüllenmeden önce içgüdüsel olarak edindiğimiz bilgiler a priori bilgilerdir. Bunun üzerine çok şey söylenebilir.

1. Her türlü deneyden bağımsız olan belirli genel bilgiler bizde doğuştan yoktur. Evrenin kanunlarla yönetildiği düşüncesine insanın bu önceki deneyleri olmadan eriştiği pek söylenemez. Düzeni olmayan bir dünyada insan organizması ile genellikle hayatta kalamazdı.

2. Vücudumuzun ve organlarımızın bu örgütlenişi dolayısıyla davranışlarımız hiç şüphesiz doğuştandır. İnsan doğuştan olan bu içgüdüsel eğilimini, hayvanlarla da paylaşır.

3. Kant’ın anladığı şekliyle de nedensellik kanununun doğuştan ya a priori bir bilgi olmadığına şüphe yoktur. Doğadaki her olayın genel bir kanun olarak saptanabilen çok belirli koşullara bağlı olduğu kanısı da şüphesiz doğuştan değildir, nedensellik kanunu bir ilkedir.

17 ., 18., 19. yüzyılların doğa bilimi, bu ilkeyi kesin geçerlilikte bir ilke olarak, doğa bilgisine temel yapacağım sanmıştı. Her bilimin, yönünü gösterici olarak, kendisine esas yaptığı ilkeleri vardır. Bu ilkeleri relatif bir a priori olarak anlayabiliriz. Fakat bunlar, insan zihnine başlangıçta ve son olarak verilmiş değişmez bilgiler değildirler. Felsefe ve bilgi teorisi, zamanlarındaki bilimi genellikle bilimin mümkün tek şekli olarak anlamak yanlışlığına kolaylıkla düşerler. Kant da bu yanıJgıdan kendisini büsbütün kurtaramamıştır. Yeniden tümevarıma dönelim. Az sayıdaki belirli hallerde gözlemlenen düzenlilikten, bu düzenliliğin gözlemlenmeyen hallerde ve gelecekte de aynı biçimde kendini göstereceğini çıkarmak hakkını nereden alıyorum? 

Doğuştan olduğu ileri sürülen bir nedensellik kanunu da bize bu hakkı  veremez. Tümevarımsal çıkarsama hiçbir zaman kanıtlanamaz, hatta olasılı bile yapılamaz. Örneğin yarın güneşin doğacağına kesinlikle inanmak da kanıtlanabilir bir olasılık değildir. Ancak bundan ötürü bu inanç gücünden bir şey yitirmez. Tümevarımın kanıtlanamayacağını saptayan Hume haklıdır. Her tümevarımsal önerme, kanıtlanamayan bir önermedir, bir denemedir. Tümevarımla elde edilmiş olan önermeyi  yeni deneylerin çürütmesi ya da bu önermenin kesin olarak geçerli olmadığını göstermeleri olanağı her zaman vardır. Bu çeşit tümevarımlar hayvanların da, çocukların da davranışlarına temel olur. Çünkü hayvanlar da, çocuklar da öğrenirler, yani davranışlarında yapılmış deneylere dayanırlar. Hayvanlar, balıklara kadar, bir çan işareti üzerine yemlerini yemek üzere belirli bir yerde toplanmaya alıştırılabilirler. Çocuk bir defa  parmağını yaktıktan sonra artık ateşe dokunmaz olur. Çocuklarda, hayvanlarda, hatta alt hayvanlarda bile bulduğumuz bu deneyden öğrenme bir çeşit tümevarımdır. 

Kuyumcu bir taşı elmas mı diye incelerken, taşın sertliğini denetleyip bilinçli olarak göre bütün elmaslar camı keser, bu taş da camı kesiyor, öyleyse …» diye bir çıkarsama yapmaz ama tutumu böyle bir tümdengelimsel çıkarsamaya uygun düşer. Mantık psikoloji değildir, yani çıkarsama öğretisi düşünme sırasında bilincimizde gelip geçen olayları betimlemez, çıkarsama öğretisi, doğru çıkarsama yapabilmek için düşünmemizin uyması gereken şemaları, kalıpları  gösterir. Deneyden öğrenen çocuk tümevarımsal bir çıkarsamaya uygun olacak bir biçimde davranır, ama ancak mantık bu çıkarsamayı formüllendirip ona tam bir şekil kazandırır. 

Çeşitli tümevarımları birbirinden ayırmak gerekir,
1. Genel  anlamda  tümevarım, geçmişte görülmüş olan belirli düzenliliklerin gelecekte de olacağını beklemek. Çevremizdeki  gözümüzün gördüğü, elimizin dokunduğu nesneleri – hareket etmezler ise gelecekte de yine yerlerinde bulabileceğimiz konusunda çocukluğumuzdan beri taşıdığımız inanç bu çeşitten bir tümevarım dır, ne gerçekten ne de olasılı olarak doğru oldukları akıl ile kanıtlanamaz. Bu tümevarımların yanlış olduğunu kabul etmek, tümden gelimsel çıkarsamanın yanlış olmasının mantıksal bir çelişkiye götürdüğü gibi, mantıksal bir çelişkiye düşürmez. Sözü geçen düzenliliklerin bulunmadığı bir dünya  ya da içinde bu düzenliliklerin birdenbire ortadan çekildiği bir dünya hayal gücünde pekala tasavvur edilebilir, örnek, nesnelerin kendileri değişmedikçe, aralarındaki eşitlik, benzerlik, başkalık bağıntılarının değişeceği tasavvur edilemez. Bununla birlikte, geçmişten geleceğe bir çıkarsama yapılamayan düzensiz bir dünyada biz insanlar yaşayamazdık. Bu en genel anlamındaki tümevarımın kendisini hayat ve eylemlerimizden ayıramayız. Ancak, bu çeşit tümevarımın, bu geçmişten geleceğe yapılan tümevarımın başarılı olması, her zaman değilse bile pek çok kere doğru çıkması mantıksal bir zorunluluk değildir, bir olgudur.

2. Hayvanların da yararlandığı bu en genel anlamındaki tümevarımdan, bütün bilimsel tümevarımlara bilinçli olarak temel yapılan genel ilkeyi ayırmak gerekir. Bu ilke genel nedensellik kanunudur.

Bu ilkenin genel  şeklini şöyle formülleyebiliriz, algı dünyasında her olgu için bir kanun vardır, bu kanuna göre, bir olguyu meydana çıktığı yer ve zamanda bekleyebilir, gelecek için de önceden bildirebiliriz. Tümevarımdan, bu ilkeden çocuk ve hayvanın haberi yoktur. Bu ilke ancak bilimde, daha çok bilimin belirli bir gelişme aşamasında, doğa bilimlerinde, doğa bilimi önemli başarılar elde ettiler.  Her olgunun bir kanunu bulunduğu, tabii, rastlantıya yer vermez. Rastlantı kavramı ancak öznel bir kavram olur, ya belirli bir olgunun nedenini, kanunu bilmiyoruz veya henüz bilmiyoruz anlamına gelir, ya da aralarında kanunlu bir bağlantı olmayan iki olgunun karşılaşmasına rastlantı denir. 

Bu genel nedensellik kanunu bir kanun olmayıp, bilimin zorunlu sayılan bir önermedir, postulat. böyle bir postulattan da, bilimin kendisine verdiği görevi gerçekten tam olarak yerine getirebiliyorsa, doğru olması gereken bir önermeyi anlarız. 18. yüzyılın bir’ astronomu, Laplace,’’ bir yandan evrenin şimdiki durumunu, öbür yandan evrendeki fenomenlerin bağlı olduğu kanunların tümünü bilen bir bilincin, evrenin  bütün  geçmiş ve gelecekteki ayrıntılarını ve özelliklerini hesap edebilmek gücünde olması gerekir’’. Evrenin kanunluluğu postulatının bu bilim anlayışına uygun olduğu görülür. Bu postulata göre evrendeki bütün fenomenler, zorunlu ve istisnasız olarak etkileyen etkenlere kesin bir şekilde bağlıdırlar. Birtakım önemli fizik kanunları için kesin zorunluluğun değil, ancak olasılıkların ileri sürülebileceği, istatistik kanunlar olduğu anlaşılmıştır. Olasılık, göreli  sıklıktır. Bunların kütle halindeki olaylar için geçerli oldukları, ve bu çok büyük sayıdaki olaylarda, istatistik bir düzenliliği saptayan kanunlar oldukları görülmektedir. İstatistik kanunların arkasında kesin kanunların, bu olasılıkların arkasında kesin, zorunlulukların gizlenmesi gerektiği kanısı muhafaza edilmiştir. 

 3. Hayvanlarla insanlarda ortaklaşa olan tümevarımdan bir üçüncüsünü, meydana gelen bir değişmenin nedeni, niçin sorununu ayırmak gerekir. Bu sorunun anlamı nedir? Bu soru yalnız bilimde değil, bilim öncesi düşüncede de var. Bu soru bilimin genel ve soyut düşüncesini oluşturmamızdan çok önce sorulmuştur. Niçin sorusu, bildiğimiz düzenliliğin herhangi bir durumda bizi hayal kırıklığına uğrattığı, bildiğimize uymadığı zaman sorulur, özellikle değişmelerde ortaya çıkar. Trenin birden bire durması beklentiye aykırıdır, dolayısıyla da niçin sorusunu sorarız.

Bilimde, niçin sorusu, şimdiye kadar deneyin doğruladığı bir kanundan bir sapmaya rastlanırsa, ya da tarihsel bir olay gelişme çizgisi doğrultusunda yürümeyip başka bir yöne saparsa, beklenmeyen bir felaket bir gelişmeye son verirse, ortaya çıkar. 

Belirli gazları, hidrojeni, oksijeni basınçla sıvı haline getirmek başarılamıyor, kanun bir istisna ile karşılaşmıştır. Sıcaklık belirli bir yükseklikte, gazın kritik ısısının üstünde olmadan gazı sıvı haline getirmenin mümkün olmadığı öğrenilinceye kadar bu istisna sürer, gazın sıvı haline getirilmesinde basınç ile ısının esas olduğu genel kanununa varılır. 

Bir evde yangın çıkmış. Yangının nedeni  olarak elektriğin kontak yapmış olmasını gösteriyoruz. Niçin? Yanıcı maddeler her evde bulunur, bu koşul her evde vardır, ama bütün evler değil de bir kısım evler yanar. Koşul ve koşullu, zamanca ve zorunlu olarak da birbirlerine bağlı olan iki etkendir. Koşul varsa, sonuç da meydana gelir. Bir nedensellik bağıntısını algıladığımız, ya da duyduğumuz üç hal vardır. Birincisi irade edinimidir.

Kolumu kımıldattığımı, bedenim aracılığıyla bir edimi gerçekleştirdiğimi hissederim, bir çıkarsama yaptığımı bilirim. Bu hallerde kendimi aktif, etkin olarak hissederim ve bu etkinlik irademdir. Aktif olmak etkinliktir, etkimektir, bir şeyi meydana getirmektir. İlgi, kendi etkinliğimizin bilincinden çıkarsanmış  olan neden kavramıyla iş görür. Ancak, insan iradesinden çıkarılan bu neden kavramının iki sakıncası vardır

1) İnsanın etkinliğinde, iradesinde hep bir keyfilik, bununla birlikte de hesap edilemeyen, önceden söylenilemeyen bir öğe vardır. Bundan ötürü, böyle ruhsal, etkin güçler ya da varlıklar tarafından yönetilen evren de, büyük kısmıyla, hesap edilemez bir doğa, içinde zorunluluğun, bir kanunluluğun, bununla birlikte de doğru bir önceden söylemenin pek az olduğu bir doğa olur. Burada kullanılan neden kavramı doğanın kanunluluğu düşüncesini desteklemez, yıkar. Oysa bilgimiz özellikle peşin ifadelere varmaya çalışır. Bundan dolayı, neden kavramı ilkel bilgi için karakteristiktir. Bilimsel bilginin, özellikle de doğa bilimlerinin eğilimi ise, bu neden kavramını, bir kanunlu koşullar bağlılığı lehine olarak oıtadan kaldırmaya doğru ilerlemektir. Animist –canlıcılık görüşüyle, hesap edilemez etkiyen kuvvetleriyle ilkel dünya görüşü, hep büyü araçlarına da, bu araçlarla doğa olaylarını kanunlu yollara götürebileceğine de inanan büyüsel bir evren tasavvuru olur. Bu büyülü kuvvetler de etkin,ruhsal güçlerdir ama büyücünün elinde bir dereceye kadar bir kanunluluk da kazanırlar. 

2) İradeden türetilen neden kavramının bir başka sakıncası, Organlarımızın hareketlerini bize irademiz, etkin oluşumuz meydana getiriyor gibi gelir, oysa kesin  bir araştırma, bunun ancak beyin ve sinirler sağlam ise olabileceğini gösterir. Kolu beyne bağlayan sinirler kesilince ya da beyinde sinirlerin çıktığı yer zedelenince artık kol iradeyle hareket ettirilemez olur, maddi koşullar rol oynuyor. Bunların  hepsini deneyle öğreniriz. Hareketin bilinçli mi, maddi mi olduğu sorunu oluşur, iradenin kendisi, ruhsal etkinliğin etkisi bir problem olur. İradenin beynin bir yerinde bir olayı oluşturmaya nasıl başladığı sorunu güçlüklerle yüklüdür. Problem, iradeden, ruhsal etkinlikten çıkarsanan neden kavramının sarsılmasına çok yardım etmiştir.

Şimdi de neden kavramının ikinci kökenine geçelim. Yağmakta olan yağmurun nedenini soruyorum,  buluttan akan su nereden geliyor,  su yerdeki su birikintilerinden, göllerden, buğu şeklinde yükselip bulut olarak toplanıp yağmur halinde düşerek toprağa sızması, buradan da kaynak halinde dışarıya çıkması biçiminde çizdiği çember gösteriliyor. Burada ne ve nasıl açıklanıyor, özel soru şeklini alıyor.

Görünürde ortaya yeni çıkan bu obje nereden geliyor? Bunun yanıtı, nesnenin yeniden oluşmadığıdır. Bunun mantıksal bir sonucu olarak, ortadan kalkmanın da olmadığı , belki de yalnız görülemeyecek gibi küçük parçalara dağılmanın olduğu düşüncesi, neden ile etki arasında bağ, özdeşlik bağıdır, neden ile etki özdeştirler. Atom teorisi bilimsel teorilerin  eskilerinden biridir. Neden ile etkinin birbiriyle özdeşleştirilecek şekilde ele alınması, gerçek bilimsel düşüncenin başlaması demektir. Nasıl ruhsal kuvvetlere ve doğaya büyü ile egemen olunacağına inanmak bilim öncesi düşüncede var idiyse,  olayların değişmeyen kanunlarını koymak da bilimin başlangıcında vardır. 

Olayların değişmeleri içinde değişmeden kalan büyüklükleri tartıyla kanıtlamak denendikten sonra,bilimsel şeklini almıştır. Kimya 19.yüzyılda erişmiştir. Buhar makinesi iş yapar, bir treni yürütür, tren ve hareket, enerjinin bir şekli olup, her ikisi de enerji olarak özdeştirler ve bu özdeşlik niceldir, ölçme ile kanıtlanabilir. Enerjinin sakınımı kanunu etkiye kendisiyle özdeşleştirilebilecek bir neden bulmak çabasından doğmuştur. Aynı çaba biyolojide de vardır. Bilinen canlı varlıklardan hiçbirinin kendiliğinden, yani doğrudan doğruya inorganik bir maddeden oluşmadıkları, aynı türden bir canlı varlıktan oluştukları kanıtlandığı zaman, bu bilgi büyük bir ilerleme olarak anlaşılmıştır. Canlı tohum oluşmaz, zaten vardır, sadece gelişirler. 17. yüzyılda bu teori üzerine  preformation teorisi denilen ve bize bugün garip gelen bir teori kurulmuştur. Bu teoriye göre, her canlı varlığın tohumu, bu canlıyı tüm organlarıyla birlikte, yalnız  mikroskopik  küçüklük olarak, içerir. Bundan sonraki gelişme bir büyümeden başka bir şey değildir.

3. Bu cismin bu andaki hareket durumu, bundan önce olan andaki hareket durumunun bir etkisi olarak oluşmuştur,  bundan sonra olan andaki hareket durumunu da kendinden oluşturmaktadır. Hareket  süreklidir, niçin fizik bütün değişmeleri bu gibi sürekli hareketler olarak anlama eğilimindedir?  Bunun nedenini bulmak, eğer neden ile etki özdeşleştirilemiyorsa, bunlara hiç olmazsa olabildiği kadar birbirinden az ayrılan bir şekil vermeye çalışırız. Daha doğrusu bunlar, birbirlerinden sonsuz derecede az ayrılıyorlarsa, neden ile etki arasındaki bağlılık, etkinin nedenden çıkışı bizim için en anlaşılır bir biçim kazanır. Burada bilimsel açıklamanın başka bir eğilimi de belirmektedir, öteden beri cisimlerin ancak birbirlerine doğrudan doğruya değdiklerinde, birbirlerini etkileyebilecekleri hep ileri sürülmüştür; uzaktan etkileme anlaşılmaz gibi görünüyordu. Burada da neden ile etki arasındaki mekan ve zamanca farklılığı hiç olmazsa en küçük ölçüsüne indirgemek eğilimi var. Böyle bir indirgemenin başarılı olması gerekli midir? Hayır. Yalnız şunu diyebiliriz, nedenler ile etkileri olabildiği kadar özdeş yapabilirsek, elimizden geldiği kadar değişmez büyüklükleri doğaya temel yapabilirsek  değişmeleri sürekli değişmeler olarak  yorumlayabilirsek, koşulların mekan ve zamanca birbirlerine doğrudan doğruya değerek birbirlerini etkilediklerini tasavvur edebilirsek, doğa bizim için daha anlaşılabilir olacağa benziyor. Ancak bu, bilimin bir idealidir ve doğanın düşüncemizdeki bu ideale uygun bir yapısı olması hiç de zorunlu değildir. Bu idealin ne dereceye kadar gerçekleşebileceğini yalnız deney gösterebilir ve bu ilerleyen deneyin hangi amaca ulaşacağını da önceden söyleyemeyiz. Doğa olaylarının sürekliliği üzerine, fiziğin en son gelişmeleri, atom olayları alanında gerçekten süreksiz olan, sıçramalar biçiminde olan değişmelerin bulunduğunu gösterir gibidir. Bu gözlem bundan sonra da doğrulanırsa, bilimin buna ayak uydurması gerekecektir.

Ayrıca, doğada bilincin bulunduğu her yerde süreksizliğin de olduğuna şüphe yoktur. Bir uyarım göze ya da kulağa bir etkide bulunur ve uyarım, belirli bir değere erişince, bir sıçramayla yeni bir duyum  meydana gelir, renk ya da ses duyumu. Bu duyum sıçrama şeklinde oluşur ayrıca fizyolojik uyarımın ulaştığı beyinde değil de, karşımızda, bedenimizin dışında oluşur, renk beynimizde değil, karşımızdaki görüş alanındadır, ses de mekandadır. Uyarım ile duyum arasında bir özdeşlik ileri sürmek tamamıyla imkansızdır. İşte bundan ötürü bilincimizin oluşması, bilincin nedeni  sorunu bilimsel görüş için çözülemeyen bir problemdir. Bilim öncesi ve ilkel düşünce için böyle bir sorun yoktur, tam tersine, bu düşünce ruh ve beden bağıntısını, doğrudan doğruya anlaşılır bir bağlılık diye görür ve bunu etkinliğimiz ve edilginliğimizle ilgili dolaysız bilincimizle anlar. Bilim ve felsefenin gelişmesinde bu bağlılık en bilinmeyen bir bağıntı halini almıştır.

Yavuz Özler (27 Mayıs 2018)


Bir cevap yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.