Çatışmanın Özü… (Murat Katoğlu, Gazete Kadıköy, 6 Haziran 2013)

Sn. Murat Katoğlu‘nun Gazete Kadıköy adlı internet gazetesinde 6 Haziran 2013 tarihinde yayımlanan “Çatışmanın Özü” başlıklı yazısının bağlantısını ve yazının metnini aşağıda bulabilirsiniz.

http://www.gazetekadikoy.com.tr/koseyazisidetay.aspx?koseYazisiID=711

ÇATIŞMANIN ÖZÜ…

Türkiye iç siyasetindeki çatışmaların özü yaklaşık iki yüz elli yıldır hiç değişmez. Çeşitli siyasal düşünce akımları bu ülkenin insanları tarafından bilinmezken de siyasal çatışma vardı. Çatışmanın özü ise daima Doğu-Batı zihniyetleri arasındaydı. Bu sütunda Doğu-Batı uygarlıklarının binlerce yıllık serüveni üzerine epeyce yazıyla okuyucuyu bıktırdığımın elbet farkındayım. Ama bu gerçeklikten toplumumuz ne yazık ki iki asırdan fazladır ‘bıkmıyor’!

Değişik ideolojiler Türkiye’nin düşünsel ve sosyal hayatına girip tanınmaya ve taraftar bulmaya başladıktan sonra da çatışmanın özellikle iç dinamiğinde yine ‘Doğu-Batı’ zıtlığının asıl belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Bu abartma değildir. Zaten bütün 19. yüzyıl boyunca Osmanlı Sarayı ve Devlet adamlarının yürüttüğü “modernleşme” politikalarının, “Batılılaşma” diye nitelendirilmesi boşuna ve yersiz değildir. Bunun karşısında direnen muhafazakâr eğilim de yüzyıllardır benimsenip yaşanmış “Doğu” hayat tarzının savunulmasından başka bir şey değildir. Zamanla siyasal gündeme giren liberal, devletçi, millîci, yabancı sermayeci vb. ekonomi politikalarının da daima bu iki ana zihniyetin şemsiyesi altında toplandıklarını söylersek, bu da abartma değildir. Dışarıdan ithal edilen bu düşünce anlayışları ve bunların uygulamalarının da yine ülkedeki modernleşmeci=Batıcı/muhafazakâr=Doğucu yörüngeler içine yerleşerek sıkıştıklarını görürüz.


Hayatın akışı, özellikle Balkan Savaşı ve Birinci Büyük Savaş’tan sonra muhafazakâr-Doğucu çevreler de, gelişmiş dünyanın nimetlerine gözlerini açtı. 1900’lerin Türk fikir dünyasında dillendirilen “Batı’nın tekniği ile Doğu’nun ahlakını kaynaştırma” “fikri müdiri” (paradigması) adeta iki zihniyeti bağdaştıran hayalcilikten doğuyordu. “Ne yardan ne serden vazgeçemeyen” deyişindeki açmaz devrin politik düşüncesine damgasını vurmuştu. Türkiye o gün bugündür, o vazgeçilemeyen gelenekleriyle asırlarca süren uykudan uyanıp gördüğü ve gözlerini ışıltısından alamadığı maddi zenginlikler/varlıkların dünyası arasında sıkışmakta ve gidip gelmektedir.

Muhafazakâr, gelenekçi zihniyet, Batı’daki hayran hayran seyrettiği maddi uygarlığın, zihniyet değişikliğine gerek duymadan alınabileceğini sanmıştır. O maddi uygarlığı meydana getiren hümanist, dünyevi, gerçekçi bilimsel anlayışı; soyutlama, yani felsefi düşünceyi hiç anlamamıştır.


Şair Cahit Külebi, “Şiirimizin eksikliği, dolayısıyla zaafiyeti, felsefi düşünce olmadığı içindir” derdi. Yalnız şiir ve edebiyatta mı? Felsefe kuşkusuz bütün ilimlerin ve sanatların doğurganıdır. Osmanlı dünyası insanlığı yücelten, geliştiren, maddi uygarlığın ürün ve eserlerinin yaratılmasına imkân veren bu esas unsuru/kaynağı tanımamıştır. İki yüz elli yıl önce tanışmaya başladıktan sonra da hâlâ devam eden beyhude zihniyet çatışması başlamıştır.

İnsanlığın bugün eriştiği uygarlık Batı dünyasında ve bir bütünsellik içinde oluşmuştur. Matematiğin, coğrafyanın, biyolojinin, genetiğin, kimyanın, tarihin, nükleer fiziğin, gelenekseli ya da millîsi-manevisi yoktur. Zihniyet birliği vardır. Birleşik kaplar ilkesi geçerlidir.


Maddi uygarlığın Doğulularca hayran olunan ürünleri bu zihniyet birliğinin bütünselliğin, onun temelinde yatan hümanist özgürlükçü, akılcı, dünyevi kabul ve hayat tarzının verimleridir. Bu kabul, sürdürülebilir ve geliştirilebilir uygarlığın kurumlarını oluşturmuştur. Hukukta, bilimde, müzikte, teknolojide, edebiyatta, sanatta her türlü sanayi ve imalatta; araştırma ve buluşta kurumsallaşma uygar ülkelere özgüdür. Yüksek yaşam standartlarına bu kurumsal yapıyla erişmişlerdir.


Fakat işin acıklı yönü, Batı’nın Doğu’ya yalnızca kendi çıkarları açısından bakması; bütün Doğu İslam coğrafyasının da bundan habersiz gibi davranmasıdır. Bu coğrafya, geriliğinin sebebi olan değerler sistemini büyük ölçüde yaşamakta ısrar ettikçe Batı bundan yararlanmanın ve bunu istismar etmenin rahatlığını sürdürecektir.


Doğu-Batı ikilemi Türkiye’de son asırlarda artık bir iç çatışmanın taraflarını tanımlıyor. Osmanlı Sarayının iki yüz elli yıl once giriştiği yenileşme; bilimselliğe ve akla yelken açma hareketlerinin İkinci Meşrutiyet’le ve sonra Cumhuriyet’le yükselen ilerici bütünsel uygarlık anlayışının yönü, Batı oldu. Türkiye’yi yok olmaktan kurtarıp canlandıran ve bugünlere eriştiren anlayış budur. Diğeri ise Osmanlı Sarayı’na da gelişme ve modernleşme amlelerinde ve özellikle eğitim ve bilim konularında köstek olup, zaten toplumun yüzyıllarca geriye düşmesine sebep olan gelenek, inanç ve görenekleri sürdürüp, Batı’dan maddi uygarlık devşirerek gelişebileceğini sanan anlayıştır. İnsanlığın aydınlanmasından nasibini alamamış, ilkel kalmış bir zihniyettir. İster istemez takıntılı, bölmeli kafaları doğurur. Basmakalıp inançlarını bilgi, hatta düşünce zanneder. İnançla bilim arasındaki farkı algılayamadığı için konuları tartışma yeteneğinden de yoksundur. Bunu seyrediyoruz ve ne yazık ki yaşıyoruz…

(Murat Katoğlu, Gazete Kadıköy, 6 Haziran 2013)  

Bir cevap yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.